Ardanuç, Kapı Köyü doğumluyum. Köyüm ilçeye uzak, kışları soğuk ve uzun geçer. Köylünün konuşmaya, sohbet etmeye zamanları çoktu. Köy kahvesi olmadığından; caminin önünde tahta çıtalarla çevrili, birkaç meyve ağacının gölgesinde, tahta oturakları olan yeşil bir alan vardı. Cami kapısı “ çaltı “dediğimiz bu oturma yerinden hiç insan eksik olmazdı. Çoğu zaman kalabalık olurdu.
Bu oturmalar, kış aylarında, gündüzün, caminin mescit denilen bölümünde, gece ise evlerde ‘ misafir odalarında ‘devam ederdi. Köyümüzün öğretmenleri geldiğinde, herkes ayağa kalkar, en uygun yerler onlara verilirdi. Sohbetlerde en çok soru öğretmenlere sorulurdu. Saygıyla dinlenirlerdi. Çocukların okumaları, olanaksızlıklar, siyaset, radyoda dinlenen haberler sohbetlerin konusunu oluştururdu...
Öğretmenlerimizde her konuda bilgili, yol gösterici, köy halkı ile sıcak ilişki içinde idiler. Oturup kalkmaları, giyim, kuşamları, görevlerine bağlılıkları öğrencilerin okumaları için gösterdikleri gayretleri, köylüye karşı yabancılaşmamış olmaları çocuklarının gelecekleri için canlı örneklerdi öğretmenler.
Dikkatimizi çeken gençler görürdük yaz aylarında… Öğretmenlerimizin okudukları okullarda okudukları, yakında öğretmen olacakları söylenirdi. Biz de onlara heveslenirdik.
Cılavuz olarak bildiğimiz Köy Enstitüsünde okuyanlar, kışın, karne tatilinde köylerine gelmişler. Kış çok ağır olduğu için köyden bırakmak istemeseler de onlar okuldan geri kalmamak için yola çıkmışlar. Tipiye yakalanmışlar. İçlerinden biri yolda boğulmuş. herkes üzülmüştü. Çevre köylerin hepsi yas tutuyordu. Ağıtlar yakılmıştı. “Cılavuz’dan çıktım, başım selamet, Sahara’ya vardım koptu kıyamet.” Bu ağıt o yıllarda halkın dilinden hiç düşmüyordu. Bu olay hiç kimseyi okuma hevesinden caydırmadı. Aksine, uğruna ölünebilecek bir şey olarak algılanmaya başlandı, okumak.
Daha altı yaşımdayım. Okula gitmiyorum. Okuyan ablam geç kaldığı için, kahvaltı yapmadan okula gitmişti. Annem bir mendile mısır ekmeği ve peynir koyarak, ablana götür dedi. Okul köyün dışında, hava yağmurlu… Ayağımda yırtık, Trabzon Lastiği, çorap yok. Napızar’a aşağı yürüyorum. Cıvık çamur yırtık lastiklere doluyor, ayağımı her yere bastığımda, lastikler sağa, sola dönüyor, kendine has çamur sesleri çıkarıyordu. Çamurla dans ederek, okula geldim.
Koridora girince, okul ve öğretmenle ilgili duygularımın heyecanı bastı. Sağa, sola bakınarak sanki heyecanlarımı kontrol etmeye çalışıyormuşum gibi davranıyordum. Anlamsız, anlamsız sağa, sola bakınırken öğrencilerin ayakkabılarını çıkarmadan derse girdiklerini fark ettim. Eve girerken ayakkabıları çıkardığımız halde derse girerken neden çıkarılmamıştı? Durumu kavrayamadım. Yine de okula saygısızlık olmasın diye, çamurlara bulanmış kara lastiklerimi çıkardım. Kapıya vurulacağını bilmediğimden, sınıfın kapısını vurmadan içeri girdim. Ablamı göremiyordum. Sıralara doğru rasgele giderken öğrencilerin bana bakarak güldüklerini fark ettim. Önüme bakınca, ayaklarımın yerde çamur izler bıraktığını gördüm. Öğretmen bana çok sıcak davrandı. Başımı okşadı. Sende okursan öğretmen olursun dedi. Okula ve öğretmene olan ilgim daha da arttı. Gururlandım. Bu okulla ve öğretmenle ilgili ilk anımdır. Eve nasıl geldiğimi, neler anlattığımı hiç hatırlamam…
Birinci sınıfa başladığımda okumayı çat, pat biliyordum. İlk günden net olarak hatırladığım; öğretmenin; kim tahtada KUŞ yazabilir? Sorusu idi. Birkaç kişi parmak kaldırdı. Öğretmen beni işaret etti. Kalktım, yazdım, oturdum. Öğretmen benim yazdığımı silmeden yanı başına doğrusunu yazdı. Aradaki “u” harfini unutmuştum. Tabi i ki heyecandan…
İkinci sınıfta harıl, harıl okuyordum. Dedem okumamı, köyümüzdeki öğretmenler gibi olmamı çok istiyordu. Şal pantolon, ceketli, başı beyaz sarıklı, beyaz kısa sakallı bir ihtiyardı. Beni çok severdi. Okul ihtiyaçlarımı hep o alırdı. Gittiği her yere de beni de götürürdü.
Zaman, zaman bilmediğim bir yerlerden kitaplar bulur, getirir, bana okutur, büyük bir zevkle dinlerdi. Hem benim okumamdan,hem de kitapların içeriklerinden çok hoşlanırdı..
Kitabı ve gaz lambasını evimizdeki tahta soframızın üstüne koyar, fitilini de biraz yukarı verir
Bağdaş kurardık. Ben okurdum o dinlerdi. İkimizde çok güzel zaman geçirirdik. Bu gün adları aklımda kalan kitaplar; Mevlit, Hikaye’yi Kesik Baş… Kesik başı okurken korku ile karışık bir heyecan yaşardım. Kesik bir insan başının, dörtnala giden bir attan birkaç arşın önde gitmesi beni korkuturdu. Tüylerim diken, diken olurdu. Çok özel bir nedenle Kan Kalesi Cengini şöyle hatırlarım. ’’Hz.Ali cenkte, çok zor durumda… Halit Bin Velid mahiyetindeki savaşçılarla o’na yardıma gidiyor. Bir dağda kara saplanıyorlar. At halsiz düşüyor.Çok çabalıyor ama çıkamıyor.Halbuki o da durumun farkında. Komutan üzülüp ağlıyor. Atta onu görünce ağlıyor. Gözlerinden yaşlar geliyor. Bu duruma ben de çok üzüldüm. Hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başladım. Dedem de ağlamaya başladı. Ses sese verdik. Hüngür, hüngür ağladık. Çok duygulanmıştım. Birkaç kere denedim. Okuyamadım. Başka bir gün okumak üzere bıraktık... Bu kitabı uzun zaman ne kadar doğru hatırladığımı merak eder dururdum.
Daha ileri sınıflarda, tasarruf olsun diye kalemlerimizin ucunu iyice sivrilterek, çoğu kendi yaptığımız tahta cetvellerle defterlerimizdeki satır aralarını ikiye böler bir satırdan iki satır yapardık. Samanlı kağıttan defterlerimiz, tahtadan yapılan çantalarımız vardı. Oturduğumuz sıralar, öğretmenlerin masaları sınıfımızdaki sobalar çok ilkeldi.
Asım Dede, Şükrü Dursun, Şemsettin Aslan, Nuri Cemal Çelik, adlı öğretmenlerimiz, bize çok zaman ayırırlardı. Teneffüslerde, derste, yolda, köyde ders konusunda istediğimiz her şeyi rahatça sorardık. Öğretmenlerimiz; esir, birdirbir, kız taklası gibi oyunları bizimle birlikte oynadıkları için, oyunlarımızı çok ciddiye alırdık. Hepimizin mutlaka okumamızı çok isterlerdi. Bizi öyle çalıştırır, öyle yönlendirirlerdi. Birçoğumuz girdiğimiz bütün sınavlardan başarılı sonuçlar alırdık. Bizim sınıf yirmi bir kişiydi. Çok özel nedenlerden dolayı sadece iki arkadaşımız, okumadı. Çoğumuz öğretmen olduk. Büyüdükçe okuduğumuz kitaplar da değişmeye başladı. O kitapların yerini Yılanların Öcü, Susuz Yaz, İnce Mehmetler aldı. Bu ve benzeri kitaplar dönemin en ünlü kitapları idiler. Bizim kuşaktan onları okumayan hemen, hemen yok gibiydi.
Öğretmenlerimizin bizler için gösterdikleri gayretleri, bizde öğrencilerimiz için gösterdik. Sınıflarımızda, halkın ve hayatın içinde hep iyi, hep yol gösterici olmaya çalıştık. Ülke olarak bütünlüklü kalkınmayı hedef aldık. Bireysellikten uzak durduk. Demokratik, temel insan hakları taleplerimizde, mücadeleci ve önlerde olduk Çoğumuz sürgünler gönderildik. Çeşitli cezalar aldık. Ama yılmadık. Daha yapılacak çok iş var. Ülkemiz ve kendimiz adına…
Not: Bu yazı Atabarı adlı dergide yayılmandı. Bu çocukluk anılarımı; Artvin’in toplumsal yapısı, Artvinli ile okuma arasındaki bağın anlaşılmasına katkı olsun diye yazdım.
Diğer Yazı ve Şiirleri İçin Burayı Tıklayınız